Baroların işinin eşcinselliği savunmak olduğunu sanmıyorum. Üstelik Türkiye’de baro seçimlerinin şaibeli olduğu konusunda çekinceler taşıyan hukukçular da az değildir.

          Fakat bundan daha önemli olan bir problem vardır. O da aile yapısını sağlamlaştırmaya çalışırken toplumun başına adeta bela edilen İstanbul Sözleşmesi. Bu sözleşmeyi kimlerin hangi amaçla savundukları toplum tarafından anlaşılamamıştır. İşin garibi bunca tepkiye rağmen bu sözleşmeyi iptal etme, sözleşmeden çekilme veya tadil etme konusunda herhangi bir çalışma yapma niyetinin olmaması, sanki bu sözleşme bir nasmış gibi onun hiç konu edilmemesidir. Sahi bu sözleşme bir nas mıdır ki toplumun tüm kesimleri tepki gösterdiği halde ondan hiç söz edilmemesi. Bu sözleşmeye dayanarak toplumda algı oluşturmaya çalışan gruplara karşı sözleşmeyi imzalayanların tepkileri de en az onların tepkileri kadar anormaldir. Anormal davranışlara tepki veriyorlar ama esas kaynağı olan bu sözleşmeyi saklamayı da başarabiliyorlar.

         Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkede dini irşad faaliyetlerini yapmakla yasal olarak kurulan bir teşkilat olup temel görevi müslüman olan bir topluma dininin gerektirdiği uyarı ve telkinleri yapmak, karşılaştıkları çeşitli sorunlara dini cevaplar bulmaktır.

          Toplumda dini irşad görevini yapmayı bu teşkilat değil de kim yapacaktır. Fakat esas mesele bu teşkilatın başkanı nezdinde dine saldırmaktır. Bu saldırganlar adeta sözleşmişçesine her ramazan ayında ortalıkta daha çok gözükmekte dine ve onun temsilcilerine çok cüretkarca saldırmaktadırlar.

          Aslında inanmadıkları halde orucun ne ile bozulup bozulmayacağı konusunda fetvalar vermekte, hatta iftar ve sahur zamanları konusunda bile din bilgini edası ile konuşmaktadırlar. Oruç tutmadıkları halde bu yıl pandemiden dolayı oruç ertelensin gündemi oluşturmakta toplum nezdinde sanki dini itibarsızlaştırmaya güçleri yetecekmiş gibi davranmaktadırlar.

          İnsana derler inanmadığın bir dinin hükümleri konusunda neden fikir yürütme ihtiyacı hissediyorsun. Neden tutmadığın bir orucun ertelenmesini talep ediyorsun. Üstelik bir günde 50-60 ailede iftar açabilme yeteneğini sergileme ihtiyacını neden duyuyorsun ki.

          İşte burada karşımıza suçluluk psikolojisi çıkıyor. Kendi içi dünyasında hal edemediği sorunların göstergesidir bu davranış şekli. Tarih boyunca tüm toplumlarda anormal karşılanan eğilimlere sahip olabilirsiniz bu sizin özgürlüğünüz ancak bunu neden tüm toplumda yaygınlaştırma ihtiyacı hissediyorsunuz. Diyanet işleri başkanının dini bir hükmü açıklaması ve cemaatine uyarıda bulunması sizi neden ilgilendirir ki. Ne de olsa farklı mahallelerdensiniz. İstediğinize inanabilirsiniz istemediğinize de inanmayabilirsiniz. Dinde zorlama yoktur.

          Fakat inanan insanlara da bir şey söyleme hakkınız yoktur. İstanbul sözleşmesi ile sizlere hareket alanı tanındığını biliyoruz. Fakat bu sizin toplum üzerinde baskı kurabileceğiniz anlamına gelmez. Sizin dininiz size bizim dinimiz bize. Siz isteseniz de istemeseniz de oruç her yıl 10 gün önden gelecek ve Kurban Hac mevsimine denk gelecek.