YALNIZLARIN KALABALIĞI

           Yaşadığı hayatın merkezine tüketmekten başka bir değer yerleştiremeyen çağın insanı, her geçen gün biraz daha yalnızlık girdabına batıyor. Tüketim çılgınlığına yakalanan insan sadece maddi olanı değil, daha önemlisi maneviyatı da tüketiyor. Az ile yetinip kanaat etmeyi, şükrü, paylaşmayı ve merhameti de hızla tüketir oldu. Gelinen durumda sürekli değer tüketen, kıymet bilmeyen bir anlayışın hayata hakim olduğu görülmekte. Öyle ki, artık her şeyin bir fiyatının olduğunu düşünen insanlar için bir pazar/piyasa mantığı yerleşiyor. Bu da sadece kendi istek ve arzuları doğrultusunda hareket edip bencilliği bir yaşam felsefesine dönüştürüyor. Hal böyle olunca her gün şahsiyetleri deforme olan, benlikleri yok edilip kişilik ve kimlikleri silikleşen bireylere yenileri ekleniyor. Ve adeta zihinleri iğdiş edilen bu insan tipi yalnızlık çölünde yolunu/yönünü kaybedip kendisine ve yeryüzüne yabancılaşıyor.

           Ancak çağın insanı, yaşadığı bu halin farkına varabilme gayreti sarf etmediğinden içine düştüğü hastalıktan bihaber yaşıyor. Zira her geçen gün biraz daha yalnızlaşan insan, hayatını anlamsız ve amaçsız bir biçimde sürdürüyor. Birbirine güvenmeyen, tutunmayan bireyler yarına dair umutsuz ve isteksiz. Zaten etrafımıza dikkatle bakarsak birçoğumuzun nefessiz kalırcasına bir yalnızlık çektiğini göreceğiz. Özellikle sosyal ağlar sayesinde zaman ve mekan kavramları ortadan kalkınca insanlar birbiriyle yüz yüze tanışıp sohbet etme yeteneklerini/isteklerini kaybediyor. Sanal alemle gelişen anlamsız diyaloglar, duygusuz iletişimler ve rutine dönüşmüş ruhsuz paylaşımlar yalnızlığımızın sahte örtülerine dönüşmüş. Kimilerine yalnızlık huzur veriyor gibi olabilir, oysa gerçekte her yalnızlık insana acı ve hüzün dolu anlardan başka bir şey yaşatmaz.

          Çünkü insan sosyal ve de toplumsal bir varlıktır etkiler-etkilenir, ihtiyaç duyar-ihtiyaç giderir, yardımlaşır-dayanışır. Yani esasında insan hem kendisine, hem insanlığa ve hem de bütün bir yeryüzüne karşı sorumludur. Üzerinde bulunan bu vazife onu sorumlu hareket etmeye sevk eder. Sorumlu yaşamak iletişimi, dertlenmeyi, dinlemeyi, anlamayı ve paylaşmayı gerektirir. Bu da insanın kendisini yalnızlığa mahkum etme gibi bir seçeneğinin olmadığını göstermektedir. Ancak maalesef karşımızda kendisini hayatın merkezine yerleştirip her kesin ve her şeyin bireysel istek ve arzularına göre şekillenmesini isteyen bir varlık var. Oysa insanı değerli kılan çevresine faydalı olması, yaşamı anlamlı kılan ise paylaşabilmeyi esas almasıdır.

          Yapmacık ilişkilerin, menfaate dayalı münasebetlerin hayatına hakim olduğu insan adeta mekanikleşiyor.  Bizler ise özellikle sosyal medya ağları marifetiyle oluşturduğumuzu zannettiğimiz sanal birlikteliklerle kendimizi avutmaya devam ediyoruz. Sanal âlemde binlerce, hatta milyonlarca arkadaşı olanların bile, çoğu zaman dertleşip dokunabilecekleri kimselerinin olmaması ne garip değil mi? Evet, kabul etsek de etmesek de yaşadığımız bu hal ile devasa bir yalnızlar kalabalığını oluşturuyoruz. Öyle ki, bu durum çağın insanını kendisiyle birlikte çevresine de yabancılaştıran bir yalnızlığa sebep olmakta. O vakit insan etrafında olup biten çok hayati meseleler karşısında dahi umursamaz bir ruh haline bürünüyor.

          Sözleşip buluşmaların bitirildiği, karşılıklı gözle temasların kurulup bakışların dile geldiği ve kucaklaşarak hasretin giderildiği zamanlar hızla tükeniyor. Artık samimi muhabbetler yapmak yerine mesajların atıldığı, duyguların emojilerle ifade edildiği, düşüncelerin kısa ve (ç)alıntı paylaşımlara indirgendiği... İnternet bağlantısının sürekli aktif olması için büyük gayretlerin gösterildiği… İnsanların telefon veya tabletlerinin ansızın şarjı biter diye hep endişe duyduğu… Ve yapılan paylaşımların çok beğenilmesinden duyulan sevinç veya az beğeni almasının oluşturduğu gerginliklerin yaşandığı bir zamandayız.

          Bu ve buna benzer birçok durum insanın gerçek hayattan daha çok sanal yaşam ile hemhal olduğunu göstermektedir. Çağın yeni ve yaygın tipolojisine sahip olan bu insanlar en ıssız yalnızlıklarında bile kendilerini kalabalıkmış gibi gösterme savaşı veriyor. Ve bu sayede içine düşmüş oldukları yalnızlık kuyularında bile neşeli görünmeye çalışıyorlar. Sanıyorlar ki cep telefonlarıyla sağa sola mesaj atmak, sahte mutluluk pozlarıyla paylaşımlarda bulunmak yalnızlığı ortadan kaldırıyor. Sanal dünyanın görünmez duvarları içine kendisini yalnızlığa hapsetmiş olan insanlar, bir müddet sonra ne kadar paylaşım yapsalar da ruhlarının tatmin olmadığını anlayacaklar. Ve maalesef zamanla bu halin bize ağır toplumsal maliyetleri olacak gibi görünüyor. Zira metruk binalarda, köprü altlarında kayıp giden nesiller biraz da yalnız kalmışlığın ve bizim onları yalnız bırakmışlığımızın bir eseri değil mi?   

          Sözün özü farkında mıyız bilmiyorum ancak yaşadığımız toplumda yalnızlık, adeta bir salgın hastalık gibi, artık her yaşta kendisini hissettiriyor. Ve öyle ki, artık yalnızların oluşturduğu devasa kalabalıklar içinde yaşıyoruz. Evde, iş yerinde hatta sokakta bile bir çok kişi sadece kendisine ait bir yaşam alanı oluşturmak istiyor. Alışveriş merkezlerinin sürekli dolu olması, sanki yalnızlıktan boğulan insanların kendilerini avutma alanları oluyor. Çünkü toplumda yaşanan maddi-manevi birçok sıkıntıya rağmen insanlar daha çok tüketerek rahatlayacaklarına inandırılıyor. Bireyler bir yandan olduğundan farklı görünmek, yalnız olmadıklarını ispatlamak için kıyasıya çaba harcıyor. Bir yandan ekranlara kilitlenip etrafını görmekten aciz bir hayata, dijital arkadaşlıklara ve her türlü işlerini oturduğu yerden bir tıkla yapmaya şartlandırılıyor. Sonuç bedenler kalabalıklar içinde görünüyor olsa da ruhlar büyük bir yalnızlığa mahküm  yaşıyor. İnsan kendi elleriyle ıssızlaştırdığı bu hayatı insansızlık ve yalnızlık içinde yaşıyor. Ve şimdi her zamankinden daha fazla ruhsuz, gergin, duygusuz, duyarsız, bencil ve yalnızız...