Birçok tarihçi ve toplumbilimci 21. yüzyılı, insanlığın en karanlık tarihi olarak ifadelendiriyor. Zira günümüzde yaşayan insanlar her yönüyle birçok ahmaklaştırma ve aptallaştırma operasyonu ile karşı karşıya bırakılıyor. Gerçeklerin tersyüz edildiği yalanların hakikatleri kovduğu bir zamandayız. Öyle ki, her gün toplumsal değerlerimizde çürümelere yol açan, ailevi ve sosyal dokularımızı dejenere eden, birlik ve beraberliğimizi deforme eden yeni yıkımlarla karşılaşıyoruz. Bu durum birbirine İslami, insani ve ahlaki değerlerle bağlı olan toplumlarda bile ciddi çözülmelere yol açıyor. O yüzden hakikat arayışımızda yılgınlık ve bıkkınlıklar görünüyor, kardeşlik hukukumuzun işleyişinde adaletten kopuyor ve ümmet bilincimizde taassuplara/tefrikalara yenik düşüyoruz. Gözlerimizin önünde kör kuyulara atılan nice Yusuf’larımıza el uzatamıyoruz… Bu gün her yanımız Kerbelalara dönüştürülüyorken biz üzerimize çektiğimiz maslahat örtülerinin altında ölüm uykularına dalıyoruz. Ümmetin çocuklarının başında tufanlar koparken biz başımızı kuma gömerek sorumluluktan kurtulduğumuzu hesaplıyoruz. Üzerine tonlarca bombalar yağdırılan mazlum insanların durumunu görmezden geliyor, depreme dayanıklı binalarda güvenlik endişesi duymadan oturduğumuz için kendimizi şanslı hissediyoruz. Yolda çarşı-pazarda dilenen kadın ve çocukları görünce hafif bir iç çekmeyle vicdanımızı susturuyor o manzarayı bir an önce unutmanın telaşıyla yüzümüzü çeviriyoruz. Kimimiz Kabilin yakalandığı amansız kine ve kıskançlığa kurban ettik kardeşliğimizi. Kimimiz cami kuşu Sa’lebenin tutulduğu dünyalık malların/makamların ihtiraslarına feda ettik samimiyetimizi. Maalesef artık birçoğumuz Züleyha’ların cazibesiyle duygularımıza yenik düşüp ne iffet gömleklerimizin önden yırtılmasına aldırış eder olduk. Ne de hak ve adaletin çiğnenmesine müsaade etmektense tereddütsüzce Rebbeze çöllerine sürgünü göze alabilen Ebu Zerr’ler olabildik… O halde şimdi belki de kendimize sormamız gereken en mühim sualler şunlardır. Biz kimin yolunu, izini sürdürüyoruz? Kimlere daha yakınız? Kalbimizde kimlerin sevgisini ve buğzunu taşıyoruz? Varlığımız ile kimlere güven veriyor, kimlere korku oluyoruz? Bulunduğumuz mekanlarda, uğradığımız meclislerde, yaşadığımız sokak ve caddelerde bizden dolayı insanlar kendisini ne kadar emin hissedebiliyor? Daha ne kadar konjonktürlerin, süreçlerin ve siyasal fırtınaların boğucu ve bozucu atmosferlerinde ruhumuzun kirlenmesine, yüreğimizin katılaşmasına müsaade edeceğiz? Başkalarının bizlere dayattığı sanal/sahte gündemlerin mahkûmları olmaya daha ne kadar müsaade edeceğiz? Daha ne kadar hakikatin dillendirildiği, merhametin konuşulduğu, iyiliğin örnek gösterildiği gündemleri oluşturmak için mücadele etmekten uzak duracağız. Ve ne zaman çekinmeden hayatımızın her alanında içinde sevgi ve merhamet, adalet ve hakkaniyet olan cümleler kuracağız Ancak şu bir gerçek ki, kapıldığımız geçici hayatın cazibesinin zihinlerimizde oluşturduğu fırtınaların boğucu ve bozucu atmosferinde her gün biraz daha kayboluyoruz. Büyük çabalar göstererek, ağır bedeller ödeyerek oluşturmaya gayret ettiğimiz kimliklerimiz kirleniyor... İnandığımız değerlerden referans alarak inşa ettiğimiz kişiliklerimiz sahteleşiyor... Yaşantımıza dair en büyük sermayemiz olan ihlâsımız zedeleniyor... Uğruna her şeyimizi feda etmeye hazır olduğumuz kulluk şuurumuz bozuluyor... Yönümüzü/yüzümüzü döndüğümüz ile gönlümüzü döndüğümüz tarafların çatışması yüzünden vahim bir Kıble krizi yaşıyoruz... Benliğimizi sarmalayan katı taassubun elinde kardeşliğimiz can çekişiyor... Su-i zan, gıybet hatta iftira ile doldurduğumuz heybelerimiz yüzünden fitne yuvasına çevirdik yaşadığımız şehirleri... Oysa biz yüreğinde adaleti ve merhameti taşıyan bir medeniyetin çocuklarıyız... Yanında olmak için mazlumun diline, dinine, kimliğine bakmadığımız gibi, karşısında duracağımız zalimin de ırkına, rengine ve gücüne bakmıyorduk. Nasıl olurda inanç ilkelerimizden aldığımız kodlarımıza bu kadar yabancılaştık? Yoksa bu çağa ve çağın insanının hasretle duymak istediği; içinde umut, sevgi ve huzur dolu olan sözlerimiz yok mu? Oysa yüklendiğimiz kadim sorumluluk adaleti ve merhameti toplumsallaştırıp yaşantımız boyunca söylem ve eylemlerimizle adil şahitliğimizi yerine getirme mükellefi olduğu için… Vahyin hayat veren nefesinden ilham alarak üzerimizdeki ölü topraktan sıyrılıp yine ve yeniden sözümüzü söylemeliyiz. “Asra (zamana/çağa/ikindi vaktine) yemin olsun ki, gerçekten insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır. Ancak, Allah'a inanıp güvenenler, erdemli ve sorumlu davrananlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirilerine sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.” (Asr -1-3)