MÖ 3600 yılından bu yana kayıtlı tarihte 14 bin 500’ün üzerinde büyük savaşlar cereyan etmiş ve bu savaşlarda 4 milyarın üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. Bu, şu anki dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisine eşittir.

1945’ten bu yana yaşanan savaşlardaki can kaybının yüzde 90’ını siviller oluşturmuş. 1. Dünya Savaşı’nda bu oran yüzde 10, II. Dünya Savaşı’nda ise yüzde 50 olmuştur.

Dünyada yaşanan savaşlar; yoksulluk, açlık, doğal afetler ve siyasi baskılardan dolayı pek çok insanın hayatı her geçen gün daha da zorlaşırken, milyonlarca insan geleceklerini başka ülkelerde aramak için yüzyıllardır göç yollarına düşüyor. İnsanlar daha iyi ve güvenli bir gelecek için sığınacak liman arıyor.

Tüm dinler ve ideolojiler yoksul kimsesiz mağdur dul ve yetimlere yardımı öğütler.

İslam dini göçmen ve mülteciye “muhacir”, ona karşılıksız yardım edenlere ise “ensar” ismiyle seslenirken, bu iki guruba da kutsallık yüklemiş.

İlkel toplumlardan modern ve teknoloji çağının en verimli sürecinde dahi varlığına şahit olduğumuz göçmen ve mültecilerin kaderi değişmezken, uğradığı muamele çok daha ürkütücü durumda.

Günümüzde ise yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalan insanların sayısı 250 milyonu bulmaktadır.

Dünya genelindeki mülteci sayısı 2014’te 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte en yüksek rakama ulaşarak 50 milyonu aşmış vaziyette.

Bu rakamın her geçen gün artması en çok Avrupa’yı endişelendirmektedir.

2014 yılında Avrupa’ya kaçak yollardan gelen yaklaşık 280 bin insanın yüzde 80’i Akdeniz güzergâhını kullanarak Batı’ya göç etti.

Geçtiğimiz yıl dünya genelinde yaşanan göçmen ölümlerinin yüzde 65’i de Akdeniz’de gerçekleşti.

Ölüm riskinin çok yüksek olmasına rağmen, dünyanın en tehlikeli “göç güzergâhını” kullanan insan sayısı giderek artıyor. Bunun nedeni ise çaresizlik.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre; 2015 yılında Akdeniz’i yasadışı yollardan 500 binin üzerinde insan geçti.

Geçmeye çalışan insanların arasında ilk sırayı Suriyelilerin aldığı, ardından Eritre, Somali, Afganistan, Irak ve Nijerya’nın geldiği görülmektedir.

Yani Akdeniz’i geçmeye çalışan insanların büyük bir kısmı Avrupalı liderlerin tartıştığı ve iddia ettiği gibi göçmen değil, ülkelerinde yaşama umudu kalmayan mültecilerdir.

Bugün Avrupa ülkelerine gitmeye çalışan insanların büyük bölümü Afrika, Asya ve Ortadoğu’da süren savaşlar, baskıcı yönetimler ve yoksulluk nedeniyle kendileri ve çocukları için daha iyi bir gelecek hayaliyle Avrupa’ya göç etmeye çalışıyor.

Bu noktada, AB’nin göçmen ve mülteci tanımına ilişkin bir sorunu var.

AB ülkeleri; ülkelerini daha iyi bir yaşam için ekonomik nedenlerle kapılarına dayanan göçmenler ile iç savaş, baskı, zulüm ve siyasi nedenlerden dolayı göç eden mülteciler arasındaki ayrımı hâlâ yapabilmiş değildir.

İç savaşın ortaya çıkardığı açlık yoksulluk, işsizlik ve benzeri durumlar nedeniyle göç etmek zorunda kalan insanlar göçmen değil mültecidir.

Bu gerçek karşısında, AB ve üye ülkeler yasadışı yollardan AB topraklarına gelenlerin göçmen mi yoksa mülteci mi olduğuna ilişkin ayrımın hızlı bir şekilde yapılmasını ve göçmen olarak gelenlerin ülkelerine geri iade edilmesini savunuyor.

“Göçmen” olarak tanımlanan insanların diğerlerinden ayrılıp ülkelerine geri gönderilmesi batıya göç sorununu kısa vadede çözmeyecektir.

Çünkü Akdeniz’i geçmeye çalışanların büyük bir kısmı Suriye, Eritre, Irak, Somali ve Afganistan uyruklular olduğu için uluslararası hukuka göre mülteci olarak tanımlanabilecek bir pozisyondalar. Sorun küresel bir sorun haline gelmiştir artık.

1. Dünya Savaşı’nda Avrupa’dan Amerika’ya 14 milyon insan göç etti, fakat 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu kez Avrupa dışındaki ülkelerden işçi göç almaya başladı.

Almanya’nın kalkınma hamlesinde yabancı işçilerin inkâr edilemez bir katkısı olmuştur.

1. Dünya Savaşı ve sonrasında başlayan ekonomik sosyal sorunlar, Almanya’dan Amerika’ya büyük göçü yoğunlaştırmıştı.

Savaş yılları, Alman göçmenler ile toplum arasındaki ilişkiler açısından zor bir dönem olmuştu.

Almanya’ya karşı savaşa giren ABD, ülke içinde Alman göçmenleri potansiyel tehlike ilan ederek pek çok kısıtlamayı hayata geçirdi.

Bunların başında Almanca’nın kamu okullarında okutulmasının yasaklanması ve Almanca yayınlanan gazetelerin ne yazdığının anlaşılması için önceden İngilizce’ye çevrilmesi zorunluluğu geliyordu.

Yaklaşık 350 yıl önce 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar değişik biçimlerde devam eden “Alman Göçü”nün nedenlerinin inanç, politik baskılar ile birlikte asıl olarak açlık ve yoksulluktan kurtuluş umudu olduğu açıkça görülüyor.

Yeni keşfedilen ve eski kıtalardaki kas ve beyin göçüne acil ihtiyaç duyan ABD, Alman göçmenleri tıpkı 50 yıl önce Almanya’da Türkiyeli göçmenlerin karşılandığı gibi karşılamış.

Yol masraflarını ödeyecek kadar parası olmayan göçmenler, götürüldükleri yerlerde gemi kaptanları tarafından zengin çiftlik sahiplerine pek çok haktan yoksun olarak bir kaç yıllığına hizmetçi (köle) olarak veriliyordu.

Dünden bugüne tarihsel baktığımızda savaşlardan işsizlikten, yoksulluktan ötürü göç etmek zorunda kalan insanların durumu gittikleri ülkelerde her zaman aynı kaderi paylaşmış olmalarıdır.

2. Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’nın işgücü açığını yabancı işçi ile kapatmaya karar vermesi sonunda önce İtalya (1955), sonra İspanya (1960) ve Yunanistan (1960) ile işgücü anlaşmaları yapmıştır.

Buna rağmen işgücü açığı kapatılamamıştır. Arkasından Türkiye (1961), Fas (1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) ve Yugoslavya (1968) ile anlaşmalar yapılmıştır.

Bugün Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’dan kapılarına gelen göçmen ve mültecilere, dünyaya empoze etmeye çalıştığı insan hakları ve demokrasi çerçevesinde bir duruş sergilemek zorundadır.