İman, Peygamberlerin Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeyin doğruluğunu kabul ederek, benimseyerek boyun eğmek, teslimiyet göstermek ve onu tasdik etmektir. Yani Peygamberlerin Allah Teâla tarafından getirdiği zaruri ve kesin olarak bilinen şeylerin tümüne toptan, kısaca ve özet olarak inanıp kalp ile tasdik etmektir. İmanın zaid cüzlerinden biri sayılan dil ile ikrar ifadesi ise dünyevi ve hukuki muamelelerin tatbiki yönünden önemli ve lüzumludur. İkrar Müslümanlara göre kâfir sayılmamak için şarttır; yoksa Allah nezdinde Müslüman olmak için şart değildir. Bazı kelam âlimlerinin eserlerinde tasdik şöyle tarif edilir: Tasdik habercinin haberinden anlaşılan, bilinen bir şeye insanın kalbini rabt etmesinden ve gönül bağlamasından ibarettir. Bu ibare imanın irade yönünü ortaya koymaktadır. Kulun imana kavuşması için onu yürekten istemesinin, gayret ve samimiyetle içten gelen bir kararlılıkla teslimiyet göstermesinin ve onun karşısında saygı ile boyun eğmesinin gerektiğini izah etmektedir.
Bilindiği gibi taklidi iman bir araştırmaya dayanmaksızın kendisine telkin edilen veya çevresinden büyüklerinden gördüğü imanı benimsemektir. Tahkiki iman ise Kur'an'ın yüzlerce ayetinde emrettiği gibi araştıran ve muhakeme eden kimsenin sapasağlam delillere dayanan imanıdır. Taklidi imanın ebedi hayatta kurtuluş için yeterli olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır; ancak yeterli olsa bile böyle bir imanın sarsıntılara karşı dayanıklı bir iman olamayacağı aşikârdır.
İman ve İslam hüküm yönünden ayrı düşünülemez. İkisi de birbirini tamamlayan unsurlardır, birbirinden başka şeyler değillerdir. Zira İslam itaat etmektir, bu istenilen hükümlerin kabul edilmesi ve samimiyetle benimsenmesi manasına gelir. Kulun gönülden isteyerek Allah'a yönelmesi, ona boyun eğmesi, onun emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı şeylerden kaçınması demektir. Bu kelimede hem esenlik hem de teslim olmak anlamı vardır. “ Ey iman edenler hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin.” (Bakara Suresi, 208) mealindeki ayette her iki manaya da işaret edilmiştir. Bir yandan İslam'ın dünyada, ahirette barış ve esenlik demek olduğu vurgulanırken bir yandan da müminlerden tam bir teslimiyetle girmeleri istenmiştir. Bu iki ifadeden imanın tasdik, İslam'ın da teslim manasını taşıdığı yahut imanın kalbe ait bir hadise İslam'ın ise onun yaşanan biçimi olduğu anlaşılmaktadır. “Bedeviler iman ettik dediler. De ki: iman etmediniz ama ‘İslam olduk’ deyiniz.” (Hucurat suresi,14) yani iman ettik demekle zahiri bir teslimiyet gösterdiniz, yürekten iman etmiş olmadınız denmektedir.
İmana irade cihetinden bakıldığında insan kendi tercihini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona iman ve hidâyet nasip edecektir. İmânın, mâhiyet itibariyle, Allah'ın (c.c) insanlara en büyük lütuf ve ihsanı olduğunu ve onu dilediği kullarına nasip ettiğini de unutmamak gerekir. İman, iradeli ve gönüllü olarak kabul edilen bir şey olduğu için mükellefiyet ve sorumluluk konusu olmuştur.
Hz Peygamber: ‘bir kimse beni her şeyinden daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz’ buyurunca, Hz Ömer : ‘Ya Resulallah ben seni nefsim ve özüm hariç herkesten çok seviyorum’ demiştir. Hazreti peygamber:’ Olmadı ‘ buyurmuştur. Bunun üzerine Hz Ömer; ‘Ey Allah'ın Resulü! Ben seni kendimden de çok seviyorum’ deyince Hz Peygamber (s.a.v.):’ Hah işte şimdi oldu ya Ömer ‘ buyurmuştur. Demek ki imanın temeli sevgidir. Allah’ı (c.c) ve Resul'ünü sevmeyen bir kimse ne yaparsa yapsın iman etmiş sayılmaz. Akidenin temeli bilgiye ve sevgiye dayanır. Bu sebeple din demek bir bakıma sevgi demektir. Sevgi unsuru hissedilir. Bu yüzden bir bilmek konusu olmaktan çok, duyma ve yaşama, konusudur. Akıl ve şuur meselesi olmaktan fazla his meselesidir. Din bilindiği ve öğrenildiği nispette fakat bundan daha çok hissedildiği ve yaşandığı ölçüde anlaşılır.
Siyer -i nebiye baktığımızda, Kur’an’ın yeryüzüne bir defada değil yirmi üç yıla yayılan bir zaman dilimi içinde, yaşanmakta olan bir hayatın ortasına peyderpey indirildiğini müşahede ederiz. Bu bir öğretim ve eğitim sürecidir: Önce doğru bir imanın esaslarının sapasağlam bir şekilde yerleştirilmesi ile işe başlanmıştır. Bir taraftan daha önce indirilen kitaplar tasdik edilirken bir taraftan da onlara insan eliyle karıştırılan yanlışlar düzeltilmiş, buna paralel olarak güzel ahlakın esasları da inananların gönüllerine birer birer yerleştirilmiştir. Bütün bunlar ya Kur’an’ın son derece etkili öğütleri ile ya daha önce yaşanmış kıssalar verilerek ya da o gün yaşanmakta olan bir hadise üzerine inen ayetleri ile gerçekleştirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim'in üslubunun güzelliğinin davetteki rolü çok önemlidir. Kur'an Üslup ve edebi özellikleri bakımından muciz bir üstünlüğe sahiptir. Kulağı okşadığı kadar kalbe de hitap eder. Burada şunu unutmamak gerekir ki Hz. Peygamberin (s.a.v.) imana ve İslam'a davetinin başarıya ulaşmasının çeşitli etkenleri vardır. Ve bunların başını bizzat kendisini davet ettiği dine samimiyeti ile bağlanması ve bu dinin prensiplerini kendi hayatında uygulamış olması gelmektedir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlakı da İslam’ın ve imanın yerleşmesinde son derece etkilidir. Çünkü onun ahlakı Kur’an ahlakıydı. Muhataplarıyla ortak noktalarda birleşme esasından hareket ederdi. Tebliğinde, irşadında müsamaha yumuşaklık şefkat ve merhameti; kin öfke ve zorbalığa tercih ederdi. Kur’an-ı Kerim'de Hz. Peygamberin (s.a.v.) ilahi bir lütuf sayesinde insanlara yumuşak davrandığı belirtilir. Kaba ve katı olduğu takdirde çevresindekilerin dağılıp gidecekleri uyarısında bulunulur.(Ali İmran suresi,159)
İman ve İslam davetinin gelişmesinde ondan gelen her şeyi hiç tereddütsüz benimseyen ve O'nun emirlerine gönülden bağlanan ashabın payı büyük önem arz eder. Sahabe Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve Kur'an'a esas itibariyle toptan iman etmişti. Bununla birlikte vahiy devam ediyor, bir hükmün girişini diğer bir ayet takip etmekteydi. Onlar da bu emirlere merhale merhale inanma fırsatı bulmakta, imanlarına iman katmaktaydılar. Sahabenin birbirleri ile karşılaştıkları zaman ilk sordukları şey şu iki sorudan başkası değildi: ‘Rabbimiz bugün ne indirdi? Allah’ın elçisinden bugün ne işittin?’ Bu, onları kendine kitap indirilen evvelki ümmetlerden ayırt eden başlıca özellikleridir.
Tabiinden Hasan’ı Basri hazretleri ashabın hayatına derin bir özlem duyar, onların bu ulvi iman hallerini, ’İslam daveti ilk müminlerin kulağına ulaşınca onlar hemen o anda iman ettiler, ona hemen lebbeyk dediler. Bu davete iman, onların kalplerinin derinliklerine işledi. Onların kalpleri, bedenleri, gözleri Allah'ın heybeti, azameti karşısında eğildi. Vallahi onlar, yanlışın peşinde koşan kimseler değildi. Lüzumsuz sözlerle uğraşmazlardı. Allah'tan onlara ne gelmişse hemen inandılar.’ sözleriyle tarif ederken, “Yetmiş civarında Bedir gazisi gördüm. Eğer siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar da sizin iyi kişilerinizi görseler artık ahlakın kalmamış, kötü kimseleri görselerdi onların da hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi” demiştir.
Bu sözlerden günümüz Müslümanlarının, kendi hisselerini, paylarını çıkarmaları gerekmiyor mu? Elbette ki sahip oldukları imanlarını sahabenin tabiin ve ondan sonra gelen ilk dönem Müslümanlarının imanıyla karşılaştırma yapmaları veya başka Müslüman kardeşlerinin imanını tartmaya çalışmaları söz konusu olamaz. Bu şahsi bir meseledir, ahvallerinin ne olduğunu yüce Allah el âlim ism-i şerifi ile bilmektedir. Fakat her Müslüman fert kendi imanının seviyesini, ölçüsünü, derin araştırmalar, okumalar yaparak, uzuv ve eylemlerinin birliğini sağlayıp şuurlu bir hayat ve diri bir ruh ile kalbinde heyecanlar oluşturarak, tahkik süzgecinden geçirip kendini test edip eksikliklerini tamamlayabilir.
İmanı güçlendirmenin iki yolu vardır: İmanı korumak ve takviye etmek. Bu da efendimizin (s.a.v.) Veda Tepesi’nde yüz bini aşkın Müslümanın şahsından ümmetine hatta bütün insanlığa hitap ettikleri veda hutbesinde tavsiye buyurduğu kitap ve sünnet çizgisinden ayrılmamak, takva sahibi olmak, ehl-i sünnetin akidesini öğrenmek ile elde edilir. İmanı korumak ve takviye etmek için günahlardan sakınıp salih amellerde bulunmak, kâinat kitabındaki ayetlere bakıp tefekkür etmek, tahkiki iman dersini veren eserleri, İslam inanç ilmihallerini hatta “Şerhu’l Akaid” eserlerini okumak ve mütalaa etmek son derece önemlidir.
Müslümanların, her taraftan gizli veya açık saldırılara maruz kaldığı bu dönemde dünyadan sağlam bir imanla ayrılmaktan daha büyük bir meselesi olmamalıdır. Ebedi hayatını esenlikte görmek isteyen her Müslüman imanını ciddiye almalı, Kur'an'ın ve Hz. peygamberin (sav) öğrettiği şekilde sapasağlam bir imanın takipçisi olup tek bir nefesine bile hâkim olamadığı bu dünyadan son nefesine kadar onu muhafaza ederek ayrılmaya gayret ve sebat göstermelidir.