Her siyasetçinin halkın sorunlarını çözmek, siyasi partinin ise iktidar olma iddiası vardır. Bu durum ülke ve dünya gerçekliğiyle uyumlu samimi ve sahici politikalar üretmekle mümkündür. Ancak daha çok popülizm ve algı yönetimi ile hareket eden yakın dönem siyaseti artık hasarlıdır. Çünkü insanların kahir ekseriyetinin seçmene güven veren siyasetçi ve topluma umut olacak siyasal söylemlere inancı tükenme noktasına varmıştır.
Esasında siyaset, en ağır hasarı liyakat kriterinden vaz geçip sadakati ölçü yapınca aldı. Böylece ahlaki yozlaşma ile toplumsal çürümenin yolu açıldı. Bunu başlatan en önemli yol kazası samimi ve liyakatli dava insanlarının, ya teşkilatlar ya da partilerin üst kademelerinde yuvalanmış klikler tarafından tasfiyesiyle oldu. Dolayısıyla bünyede oluşan bu hasar zamanla siyasilerde ve siyaset kurumunda büyük bir değer ve itibar kaybına sebep oldu.
Peki, bu hasar nasıl oluştu?
Örneğin; “kimsesizlerin kimsesi olacağız” iddiasında bulunanlar bir süre sonra kimsesizleri kovan, nepotizm ve ahbap çavuş ilişkilerinde debelen birer camiacı, aşiretçi, grupçu ve torpilci olunca…
Seçim meydanlarında “biz, sessiz çoğunluğun sesi olacağız” diye haykıranlar VİP muamelesinin tadına vardıktan sonra zayıfın değil güçlünün sesi olmayı tercih edince…
“Bizim iktidarımızda kimseye haksızlık yapılmayacak” sözü verenler seçilmiş olma konforunu kaybetmemek için her tülü haksızlık, hukuksuzluk ve yanlışlığa göz yumunca…
“Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmeyeceğiz” diye yola çıkanlar güç ve iktidar hırsına kapılıp ihale pastalarının pazarlıklarında, yolsuzluk ve rüşvet masalarında kişiliklerini bozunca…
“Ahlaklı ve etik siyaset yapacağız” diyenler masa, kasa ve nisa ile tanıştıktan sonra zaaflarına yenilerek servetin, şöhretin ve şehvetin kölesi olup yozlaşınca…
Yıllarca dayatmacı sistemin, askeri vesayetin, ret ve inkârcı politikalarından dolayı ağır bedeller ödeyerek mağdur olanlar, dokunulmazlıklara ulaşıp mağrurlaşınca…
İnanç, düşünce ve kimliklerinden dolayı ötekileştirilen ve hakları yok sayılıp eziyete uğrayan bir devrin mazlumları, yetkilere kavuşunca cellatlarına benzeyip zulme meyledince…
Mütevazı kişiler; unvan ve mevkilerle tanışınca, küçük mekânlar şaşalı genel merkezlere dönüşünce, şahsi arabaların yerini lüks makam araçları alıp hırsa ve kibre kapılınca…
Sade insanlar; lüks menülü sofraların müdavimi olunca, ballı maaşları hesaba yatınca, özel yetkileri sayesinde bol kepçeli harcamalarla israf ve irtikâpa bulaşınca...
Öncü kadrolar; devrimci fikirlerini, değişimci manifestolarını, halkçı, eşitlikçi ve paylaşımcı tezlerini makamların ayrıcalıklarına ve koltukların cazibesine feda edince…
“Ben dava adamıyım” diyerek görevlere aday olup kıyasıya parti savunması yapanlar listelerde kendilerine yer verilmeyince hemen muhalif olup en ağır ithamlara başlayınca...
Ve her dönem sahneye çıkan “siyasi abonelerin” ütopik vaatleri, popülist proje iddiaları ve yerine getirmedikleri sözleri insanların siyasete olan güvenini tüketince toplumda tamiri zor hasarlara yol açıldı.
Hal böyle olunca; siyasi aktörlerin sözlerinin tesiri, vaatlerinin inandırıcılığı, şahsiyetlerinin kucaklayıcılığı, projelerinin güvenilirliği kalmadı.
Dolayısıyla siyaset ve siyasetçi denilince maalesef insanların zihninde, seçimi kazanınca dava bilincini, makama ulaşınca mütevaziliğini, yetkiye kavuşunca ahlakını, gücü tadınca adaletini kaybeden bir profil yerleşmiş bulunmakta.
Bu ağır hasarları gidermek için siyaset kurumu yeniden; emanet, ehliyet ve liyakati esas almak, siyasetçi de samimiyet, sadelik ve sahicilikten kopmayan net bir duruşa sahip olmak zorundadır.